14 Ocak 2008 Pazartesi

Burhan Öçal

Müzisyen bir ailenin çocuğu olarak Kırklareli'nde doğan dünyaca ünlü perküsyon ustası Burhan Öçal, müzik çalışmalarına çok genç yaşta başladı. Türkiye'de sürdürdüğü profesyonel müzik yaşamını yirmidört yaşından itibaren İsviçre'de sürdüren sanatçı, halen 2 ülke arasında gidip gelmekte.
Müzik çalışmalarında, Klasik Türk Müziği'nin yanısıra, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki saray müziği ve halk müziğinden etkiler bulunan Burhan Öçal'ın çaldığı enstrümanlar da tıpkı müziği gibi çeşitlilik göstermekte. Darbuka, kös ve her tür perküsyon enstrümanının yanısıra, divan-saz, tanbur ve ud gibi telli Türk çalgılarının da ustası olan sanatçı, çoğu kez özgün müziğine güçlü sesi ile eşlik etmekte. Müziğine hakim olan atak enerjik, çoşkulu ve mükemmelliyetçi yapısıyla, müzikteki tüm sınırları sonuna dek zorlayan sanatçı, aynı konserde hem vurmalı hem de telli çalgıları birarada çalarak eleştirmenleri ve izleyicileri şaşırtmakta.
Müzik aracılığıyla zamanın ve kültürlerin sınırlarını aştığına inanan Burhan Öçal, sürekli olarak ilgi çekici bir "kaynaşım müziğinin" peşinden koşmakta. Klasik Türk Müziği'ni, caz, funk, roman, batı müziği ve Avrupa klasik müziği ile harmanlayarak bir doğu-batı sentezi yaratan sanatçı, müziğinde mutlak içtenlik ve gerçekliği yakalamaya çalıştığını ısrarla vurguluyor ve yaratıcılığının ve derin müziksel anlatımının temelinde Türk geleneksel formlarının olduğunu belirtiyor.
1979 yılında katıldığı Zürih Şiir Festivali'nde ilk kez Batı Avrupa izleyicisinin karşısına çıkan Burhan Öçal, o tarihten bu yana dünyanın çeşitli ülkelerinde solo konserler vermekte.
1986 yılında, tanınmış piyanist Maria Joao Pires ve gitarist Elliot Fisk ile sahneye çıkan sanatçı, bu iki konseriyle klasik batı müziğine de başarılı bir giriş yaptı. Eleştirmenlerden büyük övgüler toplayan bu girişimini 1992'de Joe Zawinul ve Senfonik Orkestrası ile sürdürdü ve halen sürdürmekte. Sanatçı, ses ve ritmin heyecanlı ve uzlaşmaz bir girişim içinde buluşarak müziğin çeşitli elemanlarına katıldığı bu tür projelerin müzikteki enstrümantal birlikteliğin ufuklarını genişlettiğini ve bu nedenle bu tür projelere çok sıcak baktığını belirtiyor. Sanatçı, bu kapsamda, son olarak Avusturya'lı ünlü piyanist Peter Waters ile Bach'ın "Goldberg Variations"larını piyano ve perküsyon ile yorumladıkları projeyi gerçekleştirdi.
Burhan Öçal, 1995 yılında İstanbul Oriental Ensemble ismini verdiği projesini gerçekleştirdi ve aynı yıl bu proje çerçevesinde çıkardığı "Gypsy Rum" albümüyle Almanya'da "German Record Critics" ödülüne layık görüldü. İstanbul Oriental Ensemble ile gerçekleştirdiği ikinci albümü "Sultan's Secret Door" ise Şubat 1997'de piyasaya çıktı ve aynı yıl Almanya'da tekrar "German Record Critics" ödülünü kazandı. Sanatçı, 1996 senesinde ise Fransa'da çıkardığı "Jardin Ottoman" isimli saray müziği albümü ile "Le Monde de la Musique" dergisinin "Choc" ödülünü kazandı.
Burhan Öçal, 2000 senesinde önemli projelerde yer aldı: Mart 2000'de, Türkiye ve Avrupa'da "George Gruntz Concert Jazz Band special guest Burhan Öçal" turnesinin ardından, Haziran 2000'de, İstanbul Müzik Festivali çerçevesinde, Aya İrini'de dünyaca ünlü Kronos Quartet ile konser veren sanatçı, Temmuz 2000'de ise İstanbul Caz Festivali'ne "Andreas Vollenweinder with special guest Djivan Gasparian and Burhan Öçal" ve kendi projesi olan "Burhan Öçal's Meditroni/ KS featuring DJ Jali, DJ Kayalik & DJ Kaffa, olmak üzere iki konsere katıldı. Burhan Öçal, Ekim 2000'de Berlin'de düzenlenen, dünyanın en önemli müzik fuarlarından biri olan Womex'e, İstanbul Oriental Ensemble ile katıldı.
Burhan Öçal'ın, Amerikalı bascı Jamaaladeen Tacuma ile beraber yaptığı Natacha Atlas'ın da konuk sanatçı olarak katıldığı "Groove Alla Turca" (1999-Doublemoon) albümü, önce Fransa'da Birds and Blues (2001) etiketiyle, ardından Night & Day etiketiyle Kuzey Amerika ülkelerinde piyasaya çıktı ve Avrupa Dünya Müziği listelerinde 2. sıraya kadar yükseldi. Sanatçı, bu projeyle, 2001'de Avrupa'da çeşitli ülkeleri kapsayan iki turne gerçekleştirdi.
"Groove Alla Turca" projesiyle Temmuz 2001'de, dünyanın en önemli müzik festivallerinden biri olan Uluslararası Montreal Jazz Festivali'nin General Motors Big Event sahnesinde gerçekleşen "Doğu ile Batı Buluşuyor" başklıklı konserde, İstanbul Oriental Ensemble ve konuk sanatçı Mercan Dede ile 100.000 kişiyi aşan bir izleyici kitlesine seslenen Burhan Öçal, yine Temmuz ayında, İstanbul Caz Festivali'nde dünyaca ünlü İngiliz sanatçı Sting'e beş parçasında eşlik etti.
1999 ve 2001'de, dünyanın en önemli artist ajanslarından olan ICM ile Amerika'da seri konserler veren Burhan Öçal, 2002 Nisan ayında, İstanbul Oriental Ensemble ile ABD'de turneye çıkacak.
Avrupa'da verdiği solo konserler, katıldığı uluslararası festivaller, ortak projeler ve çıkardığı albümler ile çeşitli ülkelerin eleştirmenlerinden övgü dolu sözler alan Burhan Öçal, yurtdışında Türkiye'yi başarıyla temsil eden uluslararası sanatçılarımızdan biridir.

3 Ocak 2008 Perşembe

chopin

müzik tarihinin gelmiş geçmiş en iyi piyano müziği bestecisi olarak kabul edilir. Tek bir enstrümanı kullanarak, Mozart, Beethoven, Bach gibi en büyükler arasında yerini almıştır. Piyano konçertolarının dışında, alışılagelmiş formları pek kullanmayan Chopin, 39 yıllık kısa yaşamına 55 Mazurka, 24 prelüd, 27 etüd, 19 noktürn, 13 polonez, 4 balad ve 4 scherzo sığdırmıştır.
1810 yılında Polonya’da doğdu. Fransız asıllı babası, aristokrat ailelerin çocuklarına özel Fransızca dersi veriyordu, daha sonra Varşova Lisesi’ne öğretmen oldu. ilk müzik derslerini Polonyalı annesinden aldı. 6 yaşına geldiğinde, dehası ortaya çıkan besteci oldukça yaratıcı düzenlemeler yapmaya başladı. Bunun üzerine Zvyny’den ders almaya başladı. Bach, Mozart ve Beethoven’ın eserlerini inceledi.
1822’de Varşova Konservatuarı’na yazılan Chopin, Joseph Elsner’den, kontrpuan dersi aldı. Constantia Gladkowska’ya aşık olan besteci, 16 yaşında ilk bestelerini sevgilisi için yaptı. Bu arada, öğrencisinin dehasını anlayan Elsner bir tavsiye mektubu yazarak, Chopin’in Avusturya’ya gitmesini sağlamıştır. Besteci Viyana’da birinci piyano konçertosunu çaldı. Ardından 1829 ile 1830 yılları arasında çeşitli kentleri gezen bir dizi konser verdi. Ancak Viyana klasik akımın merkeziydi, Chopin’in kullandığı serbest formlar burarda pek ilgi çekmedi. Bunun üzerine Chopin, 1831 yılında sadece Lizst, Berlioz gibi müzisyenleri değil aynı zamanda Hugo, Balzac gibi yazarları, Delacroix gibi ressamları buluşturan, Romantik Dönemin sanat başkenti Paris’e yerleşmeye karar verdi. Tam bu arada Polonya ve Rusya arasında bir savaşın başlamak üzere olduğunu öğrendi. Paris’e gitmeden önce, evine eşyalarını toplamaya giden Chopin’den, çocuklarının güvenliğini düşünen ailesi, bir daha Polonya’ya gelmeyeceğine dair söz vermesini istedi. Sözünü tutan Chopin, 1831’de Paris’e yerleştikten sonra, bir daha geri dönmedi, ancak Polonya’yı çok seven Chopin, bir arkadaşının hediye ettiği, Polonya toprağıyla doldurulmuş gümüş kupayı, yanından ömrü boyunca ayırmadı, hatta bu kupa vasiyeti üzerine, öldükten sonra da vasiyeti üzerine mezarına gömüldü.
Babası Fransız olduğu için, Fransa’ya alışmakta çok zorluk çekmedi. Zengin ailelerin çocuklarına piyano dersleri vererek geçimini rahatlıkla sağlayabiliyordu. Maddi sıkıntısı olmayınca, çok iyi bir piyano virtüözü olmasına karşın, büyük konser salonlarında çok az çalmış, daha çok küçük topluluklara ev konserleri vermeyi yeğlemiştir.
Maria ve daha sonra Potozhka’yla yaşadığı, hayal kırıklığıyla sonuçlanan ilişkilerinin ardından Chopin’i Lizst, ünlü yazar George Sand ile (Aurore Dudevant) tanıştırdı. Chopin, Sand’i gördüğünde aşık olmaktan çok şaşırmıştı. 3 çocuk annesi ve kendisinden 6 yaş büyük olan bu kadın, toplumun genel kurallarını küçümsüyor, tepkisini erkek kıyafetleri giyerek gösteriyordu. Ancak zamanla aralarında oldukça tutkulu bir aşk başladı. 1839’da çift birlikte Mallorca’ya gitti. 24 prelüdünün büyük kısmını bu dönemde tamamladı. 1847 yılına kadar Sand’in Nohant’taki evinde birlikte yaşadılar. George Sand, sağlığı oldukça bozulan Chopin’e bir çeşit annelik yapıyordu. Sağlığına rağmen, bu yıllar Chopin’in en verimli olduğu, en güzel eserlerini yazdığı yıllardır. 1847 yılında Sand çocukları çiftin ilişkisinin sona ermesine yol açtı.
Ayrılığın ardından İngiltere’ye giden Chopin, bu seyahatten oldukça zayıf düşmüş olarak döndü. Aradan bir yıl geçmeden, 1849 yılında, genç yaşta veremden öldü.
Chopin’in müziği oldukça yenilikçidir. Karmaşık kromatik armoniyi Polonya halk ezgileriyle mükemmel bir uyum içinde kaynaştırmıştır. En iyi eserleri olarak Etude Revolutionaire (Devrimci Etüd), Fantasie İmpromptus, Nocturne No.20 ve Cenaze Marşı (2. Piyano Sonatı) gösterilebilir. Besteciliğinin yanında Lizst’den sonra belki de gelmiş geçmiş en iyi virtüözdür. Çalış tekniği olarak Mozartçı geleneği devam ettirmiş, piyanonun kullanım imkânlarının gelişimine katkıda bulunmuştur.

bach

Müzik dünyasında Bach hanedanının fertleri arasında ondördü Jena, Anstadt, Ohrduf, Magdeburg, Mülhausen, Weimar ve Lahm'da org çalarak hayatlarını kazanmışlardı. Onikisi korolarda şarkı söyleyerek, ya da koro şefliği yaparak geçiniyordu. Biri Andstadt'ta Kont Ludwig Gunther'in aylıklı saray müzikçisiydi. Öteki Eisenach'da Saxe Dükünün sarayında müzikçiydi. Bir başkası Meiningen'de Dükün müzikçisi olmuştu. Dördüncüsü Hohenlohe Kontunun yanında çalışıyordu. Biri de Weimar Dükünün Kilise Koro şefiydi. Bach ailesinin en aşağı on üyesi koro eserleri, prelütler,şarkılar, ilahiler, süitler, fügler ve konçertolar besteleyerek müzik tarihlerinde kendilerinden söz ettirmişlerdi. İkisi ünlü birer obua'cıydı, üçü güzel viyola çalıyordu, ikisi de birer keman ustasıydı. Birkaç nesil boyunca, Almanya'nın bir çok bölgelerindeki ünlü müzikçilerin Bach soyadını taşıdıkları bilinmektedir. Barok müziği denildiği zaman, hiç kuşkusuz akla ilk gelen isimlerden birisi Johann Sebastian Bach, 21 Mart 1685'de Almanya'nın Eisenach adlı küçük bir kasabasında doğdu ve yaşamının büyük bölümünü, aynı zamanda öldüğü kent de olan Leipzig'de geçirdi. Aile soyundakilerinin tümünün müzik içgüdüsü, sanat sevgisi ve müzik yaratıcılığı hep onda toplanmıştı. 25 yaşına kadar, ailesinin katkılarıyla beraber, kendi ilgi ve çabasıyla sürdürdüğü müzik çalışmalarını, bu yaşından sonra girdiği Lueneburg Michaelis Schule für Musik'te sürdürdü. Burada üstün yeteneğiyle dikkati çekti ve kısa süre sonra bu okuldan ayrılıp Hamburg'a gitti, orada çeşitli orkestralarda org ve harpsichord sanatçısı olarak çalıştı. Aynı yıllarda, saray orkestrasında kemancı olarak da bulundu(1703). Zamanın ünlü klavye ustası Buxtehude'nin öğrencisi oldu(1705). Daha sonra, saray orkestrası orgçuluğu(1708), saray orkestrası yöneticiliği(1714-1717) yaptı. 1723 yılında Leipzig Thomas Kilisesi'ne kantor ve Leipzig Ünivesitesi Müzik Bölümü Başkanlığına getirildi ve ömrünün sonuna kadar bu görevi sürdürdü. Tüm bu yıllar içinde günde en az 30-35 sayfa müzik yazdığı bilinmektedir. Johann Sebastian Bach, ömrünün sonlarına doğru geçirdiği bir hastalık yüzünden kör olmuş, bu onu tanrıya daha çok bağlamış ve en güzel dini öğeler içeren yapıtlarını ömrünün bu son dönemlerinde vermiştir. Johann Sebastian Bach, birçok şekillerde yüzlerce eser verdi ama bunların bir kısmını kendi yakmış, bir kısmı da kaybolmuştur. Buna rağmen günümüze kadar sayısız eseri ulaşmıştır. Bunların içinde en ünlüsü Brandenburg Konçertoları'dır. J.S. Bach'ın müziğinde inanılmaz bir zeka ve akıl görürüz. Eski dini müziklerden, zamanın popüler armonik müziğine kadar, çoğu zaman bunların senteziyle, hatta kontrpunta çeşitlemeleriyle Bach'ın müziği apayrı bir dünyadır. Barok dönemi izleyen klasik dönemin ortaya çıkmasında hiç kuşkusuz en önemli isim Johann Sebastian Bach'tır. Johann Sebastian Bach, "Müzikte tek gaye Tanrıyı hoşnut etmek olmalıdır. Dinine gerçekten bağlı herhangi bir kimse, çok çalışırsa en az benim kadar başarılı olabilir" demiştir. Bach, Tanrıya gerçekten bağlanan kimselerin çok çalışmaları gerektiğine de inanmıştı. "İnsan yeryüzündeyken çok çalışmazsa, öbür dünyada Tanrının huzuruna çıkamaz" diye düşünüyordu. Ona göre hayat, uzun ve amansız bir mücadeleden ibaretti. Çok çalışmak, ağır yükü yerden kaldırıp omuzlara yerleştirmek ve Tanrının Kutsal evine bununla beraber gitmek demekti. Hayat, sadece uzun ve çetin bir mücadeleydi. Bach'ın öğrencilerinden biri, ustanın mezarı başında bir arkadaşına şöyle demişti : "Biliyor musun, bizim ihtiyar o kadar alçak gönüllü idi ki dehasının kıymetinden bile haberi yoktu. Dünyanın onu tanıyıp değerini anlaması için aradan belki de yüzyılların geçmesi gerekecek." Gerçekten de öyle oldu...

vivaldi

Johann Sebastian Bach (Eisenach, 1685 - Leipzig, 1750) Gelmiş geçmiş en büyük besteci ve orgculardan biri olan Johann Sebastian Bach, müziğin matematikçisi olarak da bilinir. 1685 yılında orgculuk yapan Johann Ambrious’un en küçük oğlu olarak dünyaya gelen Johann Sebastian 10 yaşında yetim kaldı. Bunun üzerine Ohrdruf’a giderek klavye ve org konusundaki ilk eğitimini ağabeyi Johann Cristian’dan aldı. 1700’de San Michel kilisesinde koroda çalışmaya başladı. 3 yıl boyunca bu görevde kaldı. Bu sırada orgcu George Böhm’den çok şey öğrendi. 18 yaşında Arnstadt’taki Neueskirche’ye orgcu olarak atandı. 1707 yılında kuzeni Maria Barbara ile evlendi. En güzel eserlerinden biri olan Re Minör Toccata ve Füg’ü (BWV 565) bu dönemde bestelemiştir. 1708’de Weimar sarayında işe başladı. Dük Wilhelm’in isteği üzerine, daha çok org üzerine yoğunlaştı. 1717’de dinî bestelere fazla ilgisi olmayan Anhalt-Köthen Prensi Leopold’un müzik yönetmeni olunca, oda ve orkestra müziğine ağırlık verdi. Birçok keman-piyano, viyola, gamba-piyano sonatı besteledi. Brandenburg Konçertoları’nı da 1721’de Köthen’de tamamladı. 1720’de eşini kaybeden Bach, 1721’de 20 yaşındaki Anna Magdelena Wilcken ile ikinci evliliğini yaptı. Bu sırada Köthen’de müziğe olan ilgi azalmış, Bach’in hayat şartları kötüleşmişti. Yeni iş aramaya başlayan Bach, San Thomas kilisesinde koro yöneticisi oldu ve ömrünün sonuna kadar bu görevi devam ettirdi. Bu dönemde 250’nin üzerinde kantat besteledi. 1740 yılında gözleri az görmeye başlamıştı. Bunun üzerine Haendel’in de sağlığını berbat eden John Taylor’a iki kez ameliyat olduktan sonra, ömrünün son yıllarını tamamen kör olarak geçirdi. Bach yaşarken, org virtiözü olarak ün yapmıştı, müziği ise eski tarz olarak görüldüğünden, besteci olarak pek sevilmedi. Zamanında Telemann’in ününün yanına bile yaklaşamadı. Günümüzde yüzlerce eserinin yayınlanmasına rağmen, hayattayken sadece 12 eseri basılmıştır. Bach eserlerinin bugün bilinmesindeki en büyük pay ünlü besteci Mendelssohn’a aittir. Bach ömrü boyunca hiç ara vermeden, bitmek bilmeyen bir verimlilikle beste yapmıştır. Müzik tarihinde en çok eser veren bestecilerin başında gelmektedir. Verimliliğini aile hayatında da sürdüren Bach’in 2 eşinden toplam 20 çocuğu olmuştur. Müziği polifonik olarak eşsizdir. Barok olduğu kadar, Rönesans döneminden de izler taşır. Armoni ve melodi mükemmel olarak dengelenmiştir. Bach’in eserlerinde Fransız ve İtalyan müziğinin sentezini bulmak mümkündür. Hayatı boyunca Almanya dışına çıkmamış biri için yakaladığı kozmopolitlik ilginç bir durumdur. İtalyan yanını Vivaldi’nin Almanya’da yayınlanan eserlerini inceleyerek, Fransız yanını ise Almanya’da yaşayan Fransız klavsenci Froberger’den almıştır. Hayatı boyunca opera dışındaki her türde eser vermiştir. Konservatif yapısından dolayı hiçbir yenilik yapmamasına rağmen; çalıştığı her türde en üst seviyeye ulaşmıştır. Wagner’e göre o, tüm müzik tarihindeki en büyük bestecidir.

salvador dali

Salvador Domingo Felipe Jacinto Dali Domenech, 1904 yılında İspanya'nın Figueres kentinde doğdu. Altı yaşındayken menenjitten ölen erkek kardeşinden üç yıl sonra dünyaya gelmişti. 1973'de şöyle yazacaktı: "Doğar doğmaz, tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu. Babamın sevgisinin bu sınırları yaşamımın ilk günlerinde itibaren çok büyük bir yara oldu benim için." 20'nci yüzyılın en büyük resim ustalarından biri kabul edilen Dali'nin çizime olan yatkınlığı ve düş gücü küçük yaşlardan itibaren kendini gösterdi. Figueres Belediyesi Sanat Okulu'nda eğitim gördüğü dönemde Miguel Angel, El Greco, Velazquez, Leonardo, Goya ve hayran olduğu diğer ressamların makalelerinin yer aldığı 'Studium' dergisinde çalıştı. 1921 yılında Madrid’e taşındı. Eğitimine 1926 yılında Madrid Güzel Sanatlar Akademisi'nde devam etti. Ancak bir süre sonra, isyankar kişiliği nedeniyle bu okuldan uzaklaştırıldı. Yurtta kaldığı dönemde pek çok ilerici projeye beraber imza atacakları yakın dostları ozan Federico Garcia Lorca ve sinemacı Luis Bunuel'in de bünyesinde yer aldığı sanatçı ve yazarlardan oluşan '27 Kuşağı'na katıldı. İlk kişisel sergisinde 'Venüs ve Denizci', 'Babamın Portresi', 'Arkadan Bir Kız' gibi Vemeer ve Kübist etkilerin görüldüğü eserleri yer aldı. 1927 yılında Bunuel ile ilişkisinin meyvesi olarak 'Endülüs Köpeği' (Un Chien Andolou) filminin senaryosunu kaleme aldı. 1930’lu yılların başında Paris'te katılmış olduğu Sürrealist hareketten, kısa bir süre sonra dikbaşlılığı ve isyankar kişiliği nedeniyle dışlandı. Bu süre içinde kendisini Sürrealizm'in en büyük temsilcilerinden biri haline getirecek olan 'Büyük Masturbasyoncu', 'Seksepal Görüntü', 'Hüzünlü Oyun' ve 'Belleğin Azmi' gibi yapıtlara imza attı. 1929 yılında Gala lakabıyla tanıdığı ve o günden itibaren modeli ve hayat arkadaşı olacak genç Rus Helena Diakonova ile tanıştı. İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı yıllarda bir süre için Gala ile birlikte, Realist stilde büyük başarılar elde edeceği Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşti. 'Salvador Dali'nin Gizli Hayatı' başlıklı bir kitap yazdı. Sinema, tiyatro, opera ve bale için uğraştı. 1940'larda 'Kızarmış Bacon ve Yumuşak Otoportre', 'Ekmek Sepeti', 'Atomik Leda' ve 'Portlligat'lı Madonna' gibi önemli yapıtlarla dikkati çekerek dönemin ünlü ressamlarından biri haline geldi. 1948'de Avrupa’ya geri döndü. 1950'lerde, 1989 yılında ölümüne dek savunduğu, 'Yansıtma ve Derinleşme Üzerine Paranoyak Eleştiri' metodunu geliştirdi. 1950'li ve 1960'lı yılarda eserlerinin büyük bir çoğunluğunun konusunu din, tarih ve fen bilimleri oluşturuyordu. Yapıtlarının büyük bir bölümü büyük boyutluydu. Bu yıllar içerisinde 'Cristo de San Juan de la Cruz', 'Galatea de Las Esferas', 'Corpus Hipercubicus', 'Amerika'nın Kristof Kolomb Tarafından Keşfi' ve 'Son Yemek' gibi çok tanınan yapıtlarını verdi. 1960'larda Los Angeles, New York Modern Sanatlar Müzesi, Rotterdam, Dali Cleveland Müzesi, Paris, Londra Tate Gallery, Madrid Çağdaş Sanatlar İspanyol Müzesi, Barcelona Pedralbes Sarayı gibi sanat merkezlerinde antolojik sergileri yer aldı. 1970'lerde ise Dali'nin kurduğu ve açılışını yaptığı, Figueres'de bulunan Teatro-Museo Dali'de içlerinde ilk sürrealist eserlerinden, hayatının son yıllarına kadar gerçekleştirdiği diğer yapıtlara uzanan, çoğunun sergilendiği bir koleksiyon yer almaktadır. Freud'un içten ve ve fanatik olarak tanımladığı, Dali'nin gözleri; hep büyüleyici bir dünyayı keşfediyordu. Dali hiçbir zaman taptığı esin perisi Gala'dan ayrılmadı, eve kendine duyduğu ihtiyaçtan daha fazla bir ihtiyaçla ona bağlıydı. Uzun bir süre Portlligat'da yaşadıktan sonra eşi Gala'nın ölümünün ardından, yaşamının bir bölümünü Pubol Kalesi'nde geçirdi. Pubol Şatosu'ndaki yangından kurtulduktan sonra 23 ocak 1989'da Figueras hastanesinde, 84 yaşında hayata veda etti. Cesedi ilaçlandı ve Figueras'daki müzesine hakim olan dev kubbenin altına gömüldü. Ölümünün ardından tüm varlığını ve koleksiyonunu İspanya devletine bıraktı.

mozart

27 Ocak 1756 yılında Salzbug’da doğmuş, 5 Aralık 1791 yılında Viyana’da ölmüştür).

Salzburg’un Getreidegasse sokağında bulunan bir evin loş bir odasına Leopold Mozart’ın Johannes Chrysostomus Wolfgangus Theophilus adlı oğlu dünyaya gelidiği zaman bu evin üzerine gökten bir nur inmişti. Sonradan kendisini Wolgang Amadeus adıyla tanıtan bu çocuğun babası Salzburfg’da orkestra şef muaviniydi. “Asıl Şef” olmadığından daima şikayet eden baba Mozart Schwaben eyaletinden Salzburg’a meyleden bir müzisyendi. Aydınlık devrinin hayalden uzak tmkinli karakterini taşıyan bu adam mucizelere hiç inanmazdı. Lakin küçük çocuğun yaptığı ilk besteleri görünce o bile gözyaşlarını gizleyemedi. Harika çocuk Mozart, klndisiyle haklı olarak iftihar eden babası tarafından dünyanın büyüklerine takdim edildi. Onların takdirini kazandı. İmparatorlar, krallar, musikişinaslar ve daha önce şüphe etmiş olanlar bile bu çocuğun önünde hayranlıkla eğildiler. Fakat kısa zaman sonra çocukluk devrini geride bırakan genç Mozart, aynı çevreden eski ilgiyi beklediği halde, daha önce harika merakı ile bol bol bahşedilern saygı ona tekrar gösterilmedi. 30 yaşında iken olgunluk çağına eren Mozart, seviyesine uygun itibarı görmek istedi. Fakat dünya buna aldırmayarak maddi sıkıntı içinde kıvranan ve ölüm derecesinde hasta olan Mozart’ı yalnızlığa terk etti.
Kendisinden sonra gelen nesiller onu yanlış anlaşılan “rokoko tezniyatı” ile süslemiş bir “ideal” şeklinde gösterip daima “harika çocuk” olarak andılar. Onu sevdiler ama gerçek büyüklüğünü anlayamadılar. Küçük Mozart’da harikulade olan şey izah edilemeyecek şeklde kabiliyetli oluşu değildir. Evet, daha beş yaşında iken ilk Menuetini yazan bu çocuk, hiç yanılmayan işitme kabiliyeti, çeşitli enstrümanlardaki virtüozlüğünü ve irticalen çalma kudretiyle insanları teshir ediyordu. Fakat “harika” olan tarafı başka sanatkarların –Goethe de dahil olmak üzere- hedefe giden yola başladığı yaşta onun kemale ermiş olmasıdır. Hayatının son 10 yılı yaratma kudretinin akla sığmaz derecede verimleşmesinden önce “İdomeneo” operasıyla başlayan bu devre, “sihirli flüt”, “Requiem” eserleyile sona ermektedir. Mozart’ın hayatı ve çalışmaları fani hayatının kısalığı ile karşılaştırılırsa bu son devrede geçen ayların seneler kadar verimli oluşu olağan üstü bir gerçektir. Mozart’da bir “ölçme” duygusu, dış ve iç düzeni daima koruyan ve gerçeğin sınırlarını hiçbir zaman aşmayan bir itidal ve estetik bir güzellik şuuru vardı. Kendi deyimiyle, “ihtirasları tiksintiye varırcasına ifade etmekten” onu her zaman koruyan bu vasıflar olmuştur. Goethe gibi, büyük bir hayatiyetle kendi zamanına bağlı olan Mozart’ı yaşadığı devrin üstünde edebi bir varlık seviyesine yükselten işte budur.
Fakat daha doğduğu anda kendisine deha olmak inayeti bahşedilen Mozart bile, bütün dikkatiyle öğrenmek ve yolunu aramak zorundaydı. Babası tarafından Ph. E. Bach’ın ve Telemann’ın zihniyetine göre yetiştirilen vew Salzburg’da tatbik edilen Barok müziğini öğrenen harika çocuk, İtalya, Fransa, Almanya, İngiltere ve İsviçre gibi memleketlere yaptığı seyahatlerinde zamanında olup bitenleri opera sahasında günün modasını Mannhein ekolünün inkılapçı bestecilerinin cüretli hamlelerini , Joh. Christian Bach’ın eserlerindeki müstakbel stilin alametlerini, Gluck’un ve Shakespeare’in dramatikliğini dinledi ve gördü. Bütün bu unsurlardan farklı olarak çalıştı ve her “etüt”ünde “asıl Mozart” kat kat yükselerek çıktı. Zamanın adetine göre, saray hizmetinde çalışarak hayatını emniyet altına almaktan vazgeçip serbest sanatkarın sağlam bir temele dayanmayan yaşayış tarzını benimseyen Mozart Viyana’da Haydn ile dost oldu. Ve onun sanatından da faydalanmaya çalıştı. Daha sonra kemale ermiş büyük bir besteci olduğu halde Viyana’da oturduğu sırada ve gerekse Kuzey Almanya’ya yaptığı seyahat esnasında Leipzig’de o zamana kadar hiç tanımadığı Heandel ve Bach’ın stillerini kendine mal etmek için büyük gayretler sarf etti.
Özet olarak , Mozart asrileştirdiği “Opera Seria”nın üstadı (“Tito” operasına kadar), “Opera Buffa”yı dahiyane bir şekilde en yüksek zirvesine getiren, (“Figaro”, “Don Giovanni” ve “Cosifan tutte” operalarının yaratıcısı), Alman “Müzikli piyesinin” klasik bestecisi (“Saraydan Kız Kaçırma”, “Sihirli Flüt”), dini eserlerin, liedlerin ve pek çok senfonilerin bestecisi olarak karşımızdadır. Bu senfonilerde Mozart kendi devrini aşmıştır. Oda müziğinde Haydn’ın tekniğini o kadar geliştirmiştir ki, ihtiyar Haydn genç dostundan yeniden öğrenmeye başlamıştır. Mozart harika çocuk, pembe ışıklar altında görülen masal prensi değil, bilakis çok cepheli yaratma kudretini zenginliği bitmek tükenmek bilmeyen bir sanatkar ve Goethe’nin deyimiyle, “hayretle seyrettiğimiz ve nereden geldiğini, nasıl zuhur ettiğini kavrayamadığımız kimselerden” biridir.

beethoven

Ludwig Van Beethoven 1770-1827 (16 Aralık (?) 1770’de Bonn’da doğmuş 26 Mart 1827’de Viyana’da ölmüştür). Gariptir ama, büyük şahsiyetler günümüze ne kadar yakın olursa, hayatları bize o nispette efsanevi görünmektedir. Beethoven hakkında da o kadar çok fıkra, rivayet ve romanvari hikayeler söylenmiştir ki, onun asıl şahsiyeti ve karakteri, edebi hayalperestliğin keşif perdesi altında kaybolmuştur. Sevgiden doğan bir ihtimamla ve hiçbir emekten çekinmeksizin en ufak teferruata kadar yapılan yorucu ilmi araştırmalar, onun hayatında meçhul kalan bütün hususları aydınlatmışsa da bu durum hala devam etmektedir. Hala harikulade güzel bir eser olan SONATA QUASİ UNA FANTASİA hakkında AY IŞIĞI ile ilgili hayaller kurulur, “kaybolan kuruş yüzünden duyulan hiddetin“ gürültülü tasviri yapılır ve hala “Titan“ Beethoven’dan söz edilir. Yaşama sevincini tattığı Bonn’da geçen çocukluk hayatı bile, mutad olarak anlatıldığı tarzdan farklıdır. O sırada, müzikli piyesleriyle tanınan Neefe Beethoven’in başta gelen hocası oldu ve onun dikkatini Bach’ın eserleri üzerine çekti. Böylece Beethoven’in gerek tabiatı, gerekse besteciliğinin temeli bu gençlik çağında atıldı. Renania halkına mahsus canlılığını hiçbir zaman kaybetmedi. Bonn’da kendisini gören Haydn’ın tavsiyesi üzerine Mozart’ın talebesi olmak gayesiyle Viyana’ya gitti. Fakat annesinin ölümü bu teşebbüsün gerçekleşmesine engel oldu. İkinci defa Viyana’ya gidişinde ise Mozart ölmüştü. Haydn genç Beethoven’e rehber olmak vazifesini üzerine aldı. Lakin onun asıl hocası, füg tekniğiyle anılan Albrechtsberger oldu. Beethoven’e Ren sahilindeki memleketine bir daha dönmek nasip olmadı; Viyana’da kaldı. Tabiati haliyle insanlar arasına katılmayı ve hoş sohpetliği seven Beethoven’in hayatta yalnız kalması, önüne geçilemeyeceği anlaşılan sağırlığının gittikçe artması ve babalık yaptığı yeğeni yüzünden duyduğu derin üzüntüler hayatı üzerine bir gölge teşkil ediyordu. Fakat yaratıcılığı ile kendini insanlığa karşı borçlu ve vazifeli sayan Beethoven, bir zaman için kafasında beliren hayatına son verme düşüncesinden kendini uzaklaştırdı. Bu hareketi, onun asil tabiyatlı olduğunu ifade eder. O yüzdendir ki, büyük bir mesuliyet duygusu içinde fikri ve ahlaki prensiplerinden bütün hayatı boyunca hiçbir zaman ayrılmamıştır. HEİLİGENSTADT VASİYETNAMESİ diye anılan yazısı bunu ispat eden bir vesikadır. Beethoven’in bu karakterini eserleri aksettirmektedir. Çünkü Onun sanatı, şahsi itiraflarının tesiri altındadır. Onun sanatı ile, XIX. yy’ın başlangıcına rastlayan yeni bir devrin kapısı açılmıştır. Bu dönüm noktasında, mevcut nizamdan ayrılan, yeni bir nizam arayan insan tek bir fert olarak Tanrı, zaman veya keder dediğimiz kuvvetlerin karşısına kendi iddia ve sorularıyla çıkıyor. Bu gidişin derin izlerini taşıyan asrın sanattaki ifadesinin esasını, büyüklüğünü ve trajik mahiyetini doğru olarak anlamak istiyorsak, bu keyfiyeti iyice göz önünde tutmalıyız. Beethoven’in tarihi durumunu da bu gidiş tayin etmiştir. Haydn’ın sanatı, sosyal bir topluluk ve nizam içinde kökleşmiş bulunuyordu. Beethoven’in sadece 9 senfoni yazması bile bu durumu açıkça göstermektedir. Bunlardan bilhassa ikisi (biri onun tabiata bağlılığının delili olan 6. pastoral senfonisi ve diğeri, Schiller’in “Neşeye Od’unu“ bitiş korosu olarak kullandığı 9. senfonisidir) kendinden sonraki gelişme sahasını ihata etmektedir. Piyanonun yeni ifade imkanlarının keşfi (mesela piyano sonatlarında), yaylı sazlar kuvartetlerinin developman kısımlarında yeni şekillendirme unsurlarının ihdası, çok sayıda kontrpuvan tekniğinden faydalanan son eserlerinde beliren yeni form prensipleri etrafındaki teşebbüsler, müzikle büyük insani ve yapıcı fikirlerin birleştirilmesi gibi hareketler, yaratıcı yeni bir ışık altında gösteren unsurlardır. Bizce onun büyüklüğünü ve yüceliğini katiyetle tayin eden, umumi rağbete mazhar olan popüler eserlerden ziyade, çağdaş taraftarlarının bile anlamayarak reddettiği ve bizim de kısmen henüz çözemediğimiz “SON“ Beethoven devrinin eserleridir. O zamanki Beethoven, Haydn’a yakın olan ilk yaratma devrinin çekici güzelliğini terkederek, eskiden beri “orta devir“ denilen meşhur sonat, senfoni ve oda müziği eserlerindeki trajik ve şiddetli ifade tezahürlerinden sonra, vakitsiz gelen ihtiyarlığın saf ve halis ifadesini bulmuştu. Beethoven, ahlaki olgunluğunu ve insanlığı eserlerinde dile getirmiş bir sanatkardı. Şair E.Th. A. Hoffmann, çağdaşı Beethoven için “Romantik“ tabirini kullanmıştı. Beethoven’in açtığı asrın bütün yaratıcı sanatkarlarının onu örnek alarak hareket ettiği düşünülürse, Hoffmann’ın bu tabiri yanlış değildir. Schubert’ten Bruckner’e, Schumann ile Brahms’tan Reger’e, Berlioz ve Liszt’ten Strauss’a kadar uzayan, Wagner ve Pfitzner’de, hatta nihayet Bartok’da şekil alan bir gelişme bu BEETHOVENCİLİK’te toplanabilir ki, sanatlar arasındaki sınırları aşarak aynı asrın genç şairlerini de coşturmuş ve yaratıcı hamlelerle teşvik etmiştir. Böylece Beethoven’in kendi şahsiyetinde pek manalı bir şekilde nöbet değiştiren iki devir arasında mutavassıt bir mevkide bulunmaktadır.